9 Mayıs 2009 Cumartesi

KULA EVLERİ




Kula evleri 18. yy Osmanlı İmparatorluğu’nun altındaki hemen her bölgede karşımıza çıkan ve TÜRK EVİ olarak tabir edilen ahşap evlerdir. Gerek plan, kuruluş ve gerekse ahşap, alçı ve kalem işi gibi zengin sistemleriyle bu dönem Osmanlı Sanatı nın başarılı örnekleridir. 19, yy da devam eden yapı tipiyle Kula tipik bir Osmanlı Kent dokusuna sahiptir.

Tarihi Kula evleri genellikle iki katlı olup, ahşap olarak yapılmışlardır. Üst katlar sokağa doğru çıkıntılı olup, kiremitle örtülü çatılar bir saçak ile biter. Bu saçakların alt kısmında süslemeler vardır. Pencereler tahta kepenklidir, iç kısmı avlu yada bahçe ile bir bütün olup günlük yaşam biçimi ile uyumlu bir yapıdadır.

Tarihi Kula Evleri kerpiç dolgulu zemin katı genellikle taş, taşıyıcı sistemi ağaç yapı tekniği ile inşa edilmiştir. Alt katları genellikle penceresiz ya da az pencerelidir. Evlerde baş ve köşk odaları vardır. Bu odalarda ahşap işlemeli davlumbazlar bulunmaktadır. Tavanlar işlemelidir. Oda kapılarında hayata bakan dış kapıları çok parçalı ve işlemelidir.

Kula Evlerinin hepsinde bir avlu ye alır. Avlu en az 3 m. Yükseklikte bir duvar ile çevrelenmiştir. 18, yy ile 19. yy ilk yarısındaki örneklerde eve giriş çoğunlukla avludaki çift kanatlı ahşap bir kapı ile sağlanır. Kula Evleri genellikle iki katlıdır. Zemin katta ahır, kiler, mutfak gibi mekanlar yer alır. Fırın ve tuvalet çoğunlukla avlunun bir köşesindedir. Sofalı evlerde tuvalet evin içine alınmıştır. Evin plan tipini belirleyen üst katta günlük yaşamın geçtiği oturma mekanları bulunur.

Açık sofalı evlerde genellikle üst katın bir cephesi sokağa, bir cephesine avluya bakar. Hayatın sokağa bakan cephesi kapatılarak buraya ahşap kafesli ya da parmaklıklı pencereler yerleştirilmiştir. Avluya bakan yönü bazı evlerde açık, bazı evlerde ise kapalıdır. Üst kattaki odalardan bir veya ikisi baş odadır. Bunlar daha özenle süslenmişlerdir ve genellikle sokak tarafındadırlar. Türk evlerinde çeşitli amaçlara göre düzenlenen odalara rastlanmaz. Her oda yemek yeme oturma ve benzeri eylemleri karşılar. Kula evlerindeki odalar muhtelif şekillerde kullanılmıştır. Bununla birlikte baş oda genellikle misafirler için ayrılmıştır. Odalar, Türk Evi odalarının bütün özelliklerine sahiptir. 18,yy ve 19. yy ın ilk yarısındaki örnekler diğer merkezlerdeki Türk evlerinde görüldüğü genellikle seki üstü ve seki altı olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. Bu ayrımın hem kot farkı ile hem de ahşap parmaklık ve kemerlerle belirtilmiştir. Kula Evleri’nde odalar hayata ve sokağa açılan pencereleri sayesinde bol ışık alırlar. Hayata açılan pencereler genellikle 3 tanedir Üst kattaki pencereler üst sırada duvarın iç ve dış yüzünü sınırlayan alçı şebekeli tepe pencereleri vardır.

Kula Evleri büyük aile yapısına ve yaşamın önemli bölümünü evde geçiren kadına göre düzenlenmiş, günlük yaşam, yazları avluda, bahçede ve hayatta; kışları ise ara katta ya da ikinci katta geçer. Bahçede sebze-meyve yetiştirilir. Dolaplar işlevlerine göre yüklük, çubukluk, testilik, peşkirlik, lambalık, tembel deliği gibi adlarla anılır. Seki altı yönündeki yüklüklerin yanlarında gözenek denilen kandil şişe ve bunu gibi eşya konulan bezemeli ahşap gözler bulunur. Dolapların bazıları tavana kadar uzanır. Bazılarının üst korkuluklu asma kat biçimindedir.

Kula çeşitli nedenlerle günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş bir anıt kenttir. Yapılar mimari açıdan eski kent yerleşmemizin bozulmamış tipik örneği teşkil etmesi ve bu niteliklerin belge açısından değeri Kula’ya ‘’Anıt Kent’’ Özelliğini kazandırmaktadır. Kula ve benzerlerinin korunması kentsel yaşam ve kültürel süreklilik ve örnek açısından önemi büyüktür. Yıllardır o çevrede oturmuş, aldığı geleneksel yaşamını sürdürmekte olan Kula halkı içinde ‘’Tarihi Kula’’ kent dokusunu korunması bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Kula aslında kale içi bir yerleşimdir. Çünkü bugün dahi kullanılan isimler (Demircikapı, Seferkapı) bu kanımızı doğrulamaktadır. Bu gün için kale kalıntıları görünmüyorsa da kalenin varlığı açıktır. Bu nedenle de doku çok sıkışıktır. Şehir merkezi ve çekirdekler düzlükte yer almaktadır. Evler ise çekirdek etrafımda mahalle birimler halinde görülmektedir. Sokakların ancak bir yük hayvanının geçebileceği kadar dar oluşu evlerin sokak kenarında sıralar halinde yer alması, meydan vs olmaması ve yer yer sağlık koşullarına uymayan yerleşmelerin bulunması karakteristik bir kale içi dokusunu oluşturmuştur. Sokakların en çok 100 metreden sonra kıvrılma ve kırılması organik dokuyu yaratmıştır.Kula’da evler iç içe gelecek şekilde sıkı bir doku görünümündedir. Hatta evlerin çatıları sokakları örtmüştür. Kula’da yaşam, sokakla direkt ilişkilidir. Her evin sokağı gören penceresi vardır. Bunun yanında bahçenin varlığı da gözden uzak tutulmamalıdır. 17.yy a kadar maksimum genişlemesini kale içinde ve dışında sürdüren şehir 17. yy dan sonra Kula’dan geçen kervan yolunun önemini kaybetmesi nedeniyle, kale dışı genişlemesi olmamıştır. 17. ve 18. yy’da büyük bahçeli evler sonradan kardeşler arasında bölünerek küçüldüğü ve hatta bahçelere yeni yapıların yapıldığı tespit edilmiştir.

KULA VE TANITIM




Ama Roma imparatoru Decius devrinde (İ.S 249-251) paganlar tarafından öldürülen lider Pionius kendini savunurken bölgenin bu halini Tanrı’nın inançsızlara verdiği bir ceza olarak yorumlar: ‘’ Kafirler için bir ibret olan, Lidya’nın ateşle kavrulmuş toprağını görmüyormusunuz? ’’.Bu depremler ve özellikle Strabon’un sözünü ettiği M.S.17’de olan deprem hiç kuşku yok ki volkanik Katakekaumene’yi de yerle bir etmişti. Tüm batı Anadolu’yu ve hatta Ege adalarını etkileyen bu depremin Kula civarında yerleşimlerde açtığı tahribat hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Katakakeumene’nin, güneyde bu günkü Kula ve Esenyazı, kuzeyde Gediz nehri, batıda Gökçeören/Menye (Maionia) ve doğuda Kollyda (İncesu/Gölde) ile çevrili alan olduğu ispatlanmıştır. Katakakeumene’deki Maionia ve Kollyda isimli iki kentin, Sardeis’den (Sart) başlayarak, Pers (İran) devletinin Suşa şehrine giden dünyanın ilk ticaret yolu Kral yolu üzerinde kurulmuş oldukları görülmektedir. Diğer kentler ise Thermai Theseos (Şehitlioğlu), Tabala (Güvercinlik), Satala (Sandal) kentleridir. Bununla birlikte çok sayıda antik köy, daha çok Gediz nehrine yakın yerlerde kurulmuşlardır. Bu köyler ise Körez’de Koresa, Ayvatlar’da Dora, Hamidiye civarında Alkileura, Dima, Kerbia ve Axiotta, Ayazören’de de İaza isimli yerleşimler bulunmaktadır.

Kula 7-11 yy arasında bir Bizans askeri ve idari bölgelerinden biri olan Opsikion olduğu sanılmaktadır. Bizans döneminde ülke, idari ve daha çok savunma amaçlı Thema adı verilen ve sayıları önceleri 4 ve daha sonraları 40 olan ve birer Strategos (komutan) tarafından yönetilen bölümlere ayrılmıştır. Bizans kaynaklarına göre 7 yy’da kuzeybatı Anadolu topraklarında Opsikion adlı bir Thema kurulmuş ve hatta bu Thema 9.yy ’ da ikiye bölünmüştür. Bizans tarihçilerinden Pachymeres, Kula’nın Türklerle-Bizanslılar arasında sık sık el değiştiren müstahkem bir mevki olduğundan söz etmektedir. Yörenin Bizans döneminde taşıdığı ad Opsikion’dur . Ramsay’in tamamiyle, Türkçe bir kelime olarak kabul ettiği Kula’nın, müstahkem şehir anlamına gelen kale ile ilişkili olduğuna dair yorumu bununla ilgili en yaygın kanaati oluşturmaktadır. İstihkam, Türklerin eline geçtikten sonra Bizans’lılar Kula için bu ismi kullanmışlardır. 1306 yılında Roger De Flor, komutası altındaki Katalanlarla birlikte Phialdelpheia’ya (Alaşehir) yürümüş ve buradan ilerleyerek Kula’yı ele geçirmiştir.

Kula’nın Türk dönemi tarihi, özellikle Germiyan beyliği’nden başlayarak açıklağa kavuşmuştur. I.Yakup Bey’den (1300-1340), sonra Germiyan Beyliği’nin başına geçen oğlu Mehmet Bey’in (1340-1361) , Katalanlar’ın Türk’lerden almış oldukları Kula ve Simav’ıgeri aldığı II. Yakup Bey’e ait ünlü taş vakfiyede kayıtlıdır.‘’ Küldi (Kula) babam atası Mehmet bey kafirden ve Simav kölün dahi babam atası Mehmet Bey kafirden aldı. Geri kalan varislere helal ettirip bunları vakıf ettim‘’ şeklinde yazılmıştır. Germiyan Beyliği’ne Mehmet Bey’den sonra yerine oğlu Süleyman Şah geçmiştir. Süleyman Şah 1361-1387'ın saltanatının ilk yılları sakin geçmiştir. Fakat onun Karamanlılar ile Hamidoğulları arasındaki mücadelede, Hamidoğullarından İlyas Bey'in tarafını tutması, Karamanlılar ile arasının açılmasına sebep oldu. Süleyman Şah bu baskı sebebiyle Osmanlılar ile anlaşmak istemiştir. Bu maksadla da kızı Devlet Hatun’u, Sultan I. Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid ile evlendirerek, Osmanoğulları ile aralarında akrabalık bağı oluşturmuştur. Kızı Devlet Hatuna çeyiz hediyesi olarak da Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Emet’i Osmanlılara vermiş, kendisi de Kula kasabasına çekilerek burayı beyliğin başkenti ilan etmiştir. Böylece Germiyan Oğullarının topraklarının bir bölümü Osmanlı egemenliği altına girmiştir. Süleyman Şah 1388 yılında vefat etmiştir. Kula’da yaptırmış olduğu Gürhane medresesine defnedilmiştir.

Yıldırım Beyazıt tahta geçtikten sonra, Süleyman Şah’ın oğlu olan Germiyan Bey’i Yakup Çelebi, kız kardeşinin çeyizi olarak Osmanlılara bırakılan yerleri geri almaya başlamıştır. Bunun üzerine Yıldırım Beyazıt Germiyan Oğlu beyliğini, Osmanlı topraklarına katmıştır. 1402 Ankara savaşından sonra Timur beyliğin topraklarını tekrar Yakup Bey’e vermiştir. Osmanlı kaynakları II. Yakup beyin 1428’de başkent Edirne’ye gelerek Germiyan Beyliği’ni Sultan II. Murat’a vasiyet ettiğni ve 1429’da vefat ettiğini yazmaktadır. Osmanlı yönetimi altında Kütahya sancak merkezi olmuştur. Kula, Kütahya sancağına bağlı bir kaza merkezi olarak yönetilmiştir. İzmir valisinin önerisi üzerine 1852 Mart ayından başlamak üzere Kula kazasının Saruhan Sancağına bağlanması uygun görülmüştür.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mondoros Ateşkes Antlaşması’nı ( 30 Ekim 1918) imzalayan Osmanlı Devleti’nin toprakları kısa bir süre içinde işgal edilmeye başlanmıştır. 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar, İtilaf Devletlerinin de desteğiyle, bütün Ege Bölgesi'ni işgal etmek maksadıyla, İzmir'e asker çıkarmış, General Nider komutasındaki Yunan kuvvetleri 28 Haziran 1920 tarihinde Kula ilçesini işgal etmiştir.30 Ağustos 1922 tarihinde Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılması ile birlikte dağılan Yunan kuvvetleri İzmir’e doğru kaçmaya başlamışlardır. Düşmanı takip eden Kolordu komutanı Fahrettin Altay, komutasındaki 2. süvari birliği ile 4 Eylül 1922 günü Türk Kuvvetleri Kula’ya girmiş, şehir işgalden kurtarılarak yeniden milli yönetim altına alınmıştır.

Kuruluşu tarihin derinliklerine giden Kula kenti, geçmişin bütün izlerini günümüze taşımaktadır. Kula kenti bugün geçmişten günümüze açılan kapı niteliğindedir.


Kula civarındaki volkanik bölgeye antik devirde Katakekaumene adı verilmekteydi.’’ Yanık, yanmış Arazi’’ anlamına gelen bu ifadeyi, Amasyalı Strabon (İ.Ö.54–İ.S.24), Vitruvius (İ.Ö. I. yy. ), Byzantionlu Stephanos (6-7 yy.) ve Eusthatios (12 yy.) adlı antik yazarların eserlerinde görülmektedir. Diğer yazarlar farklı vesilelerle yalnızca bölgenin adını söylerken, Strabon aynı zamanda Katakekaumene’nin ayrıntılı bir tasvirini yapar.‘’… Daha sonra Katakekaumene denen ve uzunluğu 500 stadion (9 km) , genişliği 400 stadion (7 km) olan arazi gelir. Buraya hem Mysia hem de Maionia (Gökçeören/Menye) denmektedir. Kalite bakımından rakiplerinden hiç de geri kalmayan Katakakekaumene şarabının üretildiği bağlar dışında, her taraf çoraktır. Ovanın yüzü küllerle kaplanmıştır. Dağlık ve kayalık olan arazinin simsiyah oluşu buradaki yangınlara bağlanmıştır. Ama şimdi bazıları bunun yeraltında meydana gelen patlamalar sonucu ortaya çıkan ateşle açıklarlar ve ardından Typhon masalını anlatırlar. Ama bütün bölgenin bu tür nedenlerle bir defa da bu hale geldiğini düşünmek doğru değildir. Bunun asıl nedeni yeraltından gelen ateştir ve bu ateşin çıktığı kaynak şimdilerde yok olmuştur. Burada üç tane, birbirinden 40 stadion mesafede ‘’körük’’ dedikleri çukur bulunmaktadır. Bunların her birinin yanı başında birer tepe yükselir. Haklı olarak, bunların yeraltından püsküren sıcak cisimden oluştuğu düşünülmektedir.’’Yine Strabon, eserinin Phrygia’yı anlattığı diğer bir yerinde Katakakeumene den söz ederken komşu kent Alaşehir, yani Philadelphia’daki yer sarsıntılarına değinir;‘’ Lidya ve Mysia’lıların iskan ettiği Katakakeumene’ye bu adın verilmesinin nedeni şudur: Yakındaki Philadelphia’daki kent surları bile güvenli değildir. Çünkü burası hergün sarsılır ve çatlamalar oluşur. Buranın tüm sakinleri bu yer sarsıntılarına karşı dikkatlidir ve yapıları ona göre inşa ederler. Spiylos dağının eteğindeki Magnesia bizim çağımızda ortaya çıkan ve yalnız Sardeis’i değil, diğer birçok ünlü kenti de ciddi bir şekilde tahrip eden depremden büyük zarar gördü. Ve imparator para vererek bu kentleri ayağa kaldırdı…’’.



CARULLAH BİN SÜLEYMAN

KULA PERİBACALARI



Vadi yamaçlarından inen sel suşarının ve rüzgarın, tüflerden oluşan yapıyı aşındırmasıyla "Peribacası ‘’ ’adı verilen ilginç oluşumlar ortaya çıkmıştır.Sel sularının dik yamaçlarda kendine yol bulması, sert kayaların çatlamasına ve kopmasına neden olmuştur. Alt kısımlarda bulunan ve daha kolay aşınan malzemenin derin bir şekilde oyulması ile yamaç gerilemiş, böylece üsy kısımlarda yer alan şapka ile aşınmadan korunan konik biçimli gövdeler ortaya çıkmıştır.. Bu durum, peri bacalarının oluşumunda, rüzgar etkisinden çok yagmur sularının yüzeydeki akışının daha önemli oldugunu ortaya koymaktadır. Yağmur sularının bu denli etkili ve güçlü yüzey akıntısı olarak gelismesine ise en önemli etken bitki örtüsünün azlıgı ve tüflerin geçirimsiz olmasıdır. Kula, volkanik orjinli, jeolojik bir yapıya sahip olmasından dolayı yağmur ve erozyonunun ilginç ve doğal oluşumlardır.

Kula peribacaları İzmir-Ankara Karayolunun l56. km’de Kula’ya ise l6 km uzaklıkta Burgaz köyü civarındadır.Kimbilir kaç yılda meydana geldi bu gizemli bir özelliğe sahip doğa harikası.Şiddetli yağmur ve rüzgarlarla oluştu ziyaretçilerine görsel bir şölen sunan insanı zaman mekanından soyutlayan peribacaları.Ankara karayolu üzerinden geçerken görülebilen Gediz Nehri' nin üst kısmında Burgaz Mevkii' nde " Peri Bacaları" bulunmaktadır.

Gediz 1 köprüsünü geçtikten yüz metre sonra sola kıvrılan patika yol ile başlayan alan insanı zamandan ve mekandan kopararak Peribacalarıyla yalnız bırakıyor.Peribacalarına sadece bakmakla yetinmeyip yanlarına gidip dokunabilir ve manzaranın keyfini sürebilmek için biraz macerayı göze alabilmek yeterli bunun içinde grup halinde yapılan gezilerde birbirine yardımcı olarak bu doğa harikasına tırmanmak ayrı bir zevktir. Peribacalarının doğal bakir olarak korunabilmesi için bu alan doğal sit ilan edilmiş ve korunmaktadır.Doğal sit alanı olarak ilan edilen korumaya alınan bu alan 37,5 hektardır

YUNUS EMRE KULA DA

6 Nisan 2009 Pazartesi

YUNUS EMRE VE HAYATI

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk’ün İslam’a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu’ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden “makam” adı verilen yer vardır.
Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus,belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye’nin pek çok yerinde Yunus Emre’nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman’da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta’nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon’un Sandıklı ilçesi; Ordu’nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre’nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy’de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970′li yılların başında Sarıköy’deki mezarın Yunus’a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980′li yıllarda ise, 1350′de yapılmış olan Karaman’daki Yunus Emre Camii’nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre’nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir. Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre’nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur.
Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, “gönül kırmamak” konusuna ayrı bir önem verir ve “üstün bir değer” olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre’yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır.
“Din tamam olunca doğar muhabbet” diyen Yunus, İslam’ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus’un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe’nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan’da Ahmet Yesevi, Anadolu’da Yunus Emre…
Yunus Emre’nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır.
Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana’nın bir benzeridir. O’nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe’nin Batı’da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O’nu ihmal etmesindendir. Yunus’taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş “sevgi felsefesi”nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus’un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi “Yaradılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü”dür. Yunus Emre’ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah’tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar.
Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus’un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla “milli bir sanatçı”dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi… Yunus Emre’nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar;İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.