14 Ekim 2008 Salı

KULALI YARENLER TÜRKÜ SÖYLÜYOR ZİLLİ MAŞALARLA



EVLERDE SOĞUK KİLER

KULALI EFELER

KULA YARENLERİ SAVAŞ DANSI YAPIYOR.YANİ ZEYBEK OYNUYORLAR.MODERN DÜNYAYA İNAT HALA AYAKTALAR

TARİHİN CANLI KANITI BÜTÜN HAŞMETİYLE SİZE SESLENİYOR

BU SOKALRDAN DAHA ÖNCE KİMLERİN YÜRÜDÜĞÜNÜ DÜŞÜNMEK İNSANI ÇOK MERAKLANDIRIYOR

HÜLYA AVŞAR VE KENAN KALAV'IN OYNADIĞI TUTKU FİLMİNİ ÇEKİLDİĞİ EVİN İÇİNDEN BİR GÖRÜNTÜ

HALE SOYGAZİ'NİN OYNADIĞI VURUN KAHPEYE FİLMİNİN ÇEKİLDİĞİ VE KULLANILDIĞI EV.BAKIN NE DURUMDA

KULA DA KÖK BOYA İLE İŞLENEN EV.BELKİDE EŞİ BENZERİ YOK. TAM BİR ŞAHESER.

KULA DA DEV YÜREKLİ EVLER.EL UZATILMAZSA YOK OLACAK.BİRİLERİN BU KENTİN ELİNDEN TUTMASI ZORUNLULUKTUR.SOSYAL DEVLTE SORUMLULUĞUDUR

150 YILLIK KULA YAREN EKİBİ HALA AYAKTA

MİMAR KRİ EVİ KULA'DA

KULA SAFRANBOLU'DAN GÜZELMİŞ

KULA'DA DEV YÜEKLİ EVLER DİRENİYOR

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA'DA JEOPARK PROJESİ VE GENÇ VOLKANLAR


genç volkanlardan kula divlit yanardağının gün batımında müthiş görüntüsü.
heryer o kadar siyahki;sanki yeni patlamış gibi.Uzay filmi çekmek için ideal bir alan:)

GEOPARK KULA

KARAMANLICA YAZITLAR

KARAMANLICA YAZITLAR

KARAMANLICA YAZITLAR

KARAMANLICA YAZITLAR ALFABESİ

Karamanlıca
büyük harfle küçük harfler
türkçe karamanlıca türkçe karamanlıca
A A a α
B Π b μπ
C, Ç TZ, c, ç τζ
D Δ, T, d τ, ντ, δ
E E e ε, αι
F Φ f φ
G, Ğ Γ g, ğ γχ, γ
H, Ḫ Χ h χ
I, İ H, †, I i, ı ι, εί, η, oί, υ
K Κ k κ, χ
L Λ l λ
M M m μ
N, N, Γ, ΓΓ n ν
O, Ö O o, ö o, ω
P Π p π
R P r ρ
S, Ş C, Σ s, ş σ, ς
T Τ t τ
- Θ - θ
U, Ü ɣ, OY, Iɣ u, ü oυ, ɤ
V β v β
Y Γ y γ
Z Z z ζ, z
Sağ tarafta karamanlıca'nın alfabesi gösterilmektedir.
Örneğin maşallah şöyle yazılır: MAΣAΛAΧ

BİR ULUSAL PROJE EGE'DE DOĞUYOR


Jeopark projesinde mutlaka karamanlıca'da alınmalıdır.Ferkeliler Kula ile işbirliği yapın.Çok ortak noktanız var.Biraz gayretle kültürünüze sahip çıkın.

TÜRKİYE'NİN TEK JEOPARKI:KULA

JEOPARKIN PARLAYAN YILDIZI

KARAMANLI RUMLAR


bu tarihe sahip çıkılmazsa kendi ışığıyla nereye kadar parlayacak

karamanlıca

karamanlıca mezar taşları


Mezar taşlarını bilerek yada bilmeyerek koruyarak,karamanlıcaya ışık tutan Kulalılara bilim adına dil bilimi adına çok teşekkür ediyoruz

KARAMANLICA GÜN IŞIĞINA ÇIKSIN


Dil kullanılmazsa ölür sananlar Kula'ya gelince şaırıyorlar.Çünü bakın evin üst kısmında size gülümsüyor.Ben burdayım ölmedim diyor.

BÜYÜK PROJENİN ÖZEL SOKAKLARI


Daracık sokaklar,bütün darlığına rağmen ruhunuzu enişletiyor daha ne olsun.camdam cama yemek tabağı uzatabilecek kadar yakın cumbalar.maria ile meryem pencerelden birbirine yemek uzatiyor.bakın siz görmüyor musunuz?iyi bakın gönül gözünüzle bakın

katakuemene'de bir büyük proje.jeopark


yaşayan kentin geniş cumbaları.O sokaklarda yürürken aleko buyur mehmet sesleri kulaklarınızda çınlıyor.Evlerin kimisinde haç resmi kimisinde ise hilal resmi.Bu dostluk için bile kula gezilir.Kısacık da olsa barış adına hayal kurmak

KULALI EVLER


Hayat burda durmuş sanki.Zaman 1850'de durmuş hiç ilerlememiş.Buraya gelin zaman sizn içinde dursun.Zaman makinası gibir kent Kula

Kula'da yaşayan tarih.


Tarihine sahip çıkan kent.Ev deyip geçmeyin.Kula'da tarih sokaklarında yaşıyor

yün insanla buluşuyor


keçenin sıcaklığını evinizde ve işyerinizde hissedin.Uzun yıllar insana hizmet etti.Ortalıktan kaldırıldı sanıldı.Ama Şimdi modern insanınemrine tekrar girdi

çorumlular leblebiyi hakkına teslim edin.Kula'ya:))


Çorum'a özgü olarak bilinen leblebi aslında Kula'da üretiliyor.Tarçınlı,tuzlu,şekerli,karanfilli,acılı hatta çikolatalı Sıcacık leblebiler imalattan midenize.:)afiyet olsun.ben yedim çarşıdan aldıklarımızdan çok farklıHepsi alıcısını bekliyor.Kula'ya gelip de leblebi yememek olmaz diyorlar.

Sıcacık yün battaniyeler


Markaya para vermeyin.İzmir-ankara karayolunda sadece 15 dakika harcayın çok ucuza %100 yün battaniyeye ulaşın.

Kula'da el işi ayakkabı


hala var mı demeyin.Kula'da tamamen el işi ayakkabıyı bulursunuz.
Göznurunu ayaklarınızda taşımak istemezmisiniz......

KULA DERİ HALI









Deriden ceket,yelek,ayakkabı hatta koltuk.peki deriden halı duydunuz mu yada gördünüz mü..

estetiğin el emeğiyle buluştuğu inanılmaz güzellikte deri halılar sizin zevkinizi yansıtacak.Tamamen el işçiliği.İnanılmaz güzellikler.derinin dayanıklılığı evinizin sıcağı ile buluşacak.

KARAMANLICA YAZITLAR


FERKE'DEN SONRA DOĞAN YILDIZ KULA.....
KAYBOLAN BİR DİL IŞIĞA KAVUŞUYOR......
KULAGEOPARK PROJESİ KULA'DA BİLİNMEYENLERİ GÜNYÜZÜNE ÇIKATIYOR.....

10.000 YILLIK AYAK İZLERİ MANİSA KULA

KÖRFEZ SAVAŞI 2: Hedefteki kent Bağdat

Bin bir gece masallarının doğduğu kent, şimdi bin bir gece kabusunu yaşıyor

19 MART 2003 Çarşamba, saatler 01.30’u gösterirken tüm dünya devletleri uykudaydı. Fakat uyumayan bir yer vardı ki; orası da Beyaz Saray’dı. Çünkü, ABD yönetiminin, Saddam’a oğullarıyla birlikte ülkeden ayrılması için tanıdığı 48 saatlik sürenin dolmasına 4 saat kalmıştı. Bush, Yardımcısı Dıck Cheeney, Savunma Bakanı Donald Rumsfelt, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rıce, Genel Kurmay Başkanı Rıchard Myers ve CIA Başkanı George Tenet’ın da yer aldığı “Savaş Konseyi”ni, Beyaz Saray’da olağanüstü toplantıya çağırdı. Beyaz Saray’daki bu olağanüstü toplantının sebebi ise CIA başkanının elinde tuttuğu dosyanın içinde gizliydi. CIA Başkanı’nın çok gizli mührü ile Beyaz Saray’a getirdiği dosyanın içinde Saddam ve oğullarının Bağdat’ın güneyinde bir sığınıkta olduğu bilgisi yer almaktaydı. Toplantı esnasında CIA Başkanı Tenet söz alarak “Bu fırsatı bir daha ele geçiremeyiz. Vuralım!” dedi. Bush aynen CIA başkanının da vurguladığı gibi ele geçirilen bu fırsatı kaçırmak istemedi. Kararını kurmaylarına Let’s go (gidelim) sözleriyle açıkladı. Ve Bush saat 01.30’da ilk saldırı emrinin altına imzasını attı. Saddam’a verilen sürenin dolmasından 75 dakika sonra 04.31’de ilk Tomahawk füzesi Bağdat’a düştü. Tüm dünyanın nefeslerini tutup beklediği bir anda Bush Orta Doğu’nun kaderini değiştirecek olan tarihi kararını, televizyon ekranlarında yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında açıkladı. “Koalisyon güçleri emrimle, belirlenen noktalara saldırı düzenledi.”
VE ABD’NİN HAVA HAREKETI BAŞLIYOR............
Bağdat, Şafak Harekatı adı altında düzenlenen saldırılarla Basra körfezi ve Kızıdeniz’deki gemi ve deniz altılardan atılan kırk Tomahawk füzesiyle vuruldu. Ardından ise müslüman bir ülke olan Katar’dan havalanan ve hayalet uçak adı verilen F 117’ler Irak başkentine bir ton ağırlığında bomba bıraktı. 04.25’de ses hızında hedefine doğru ilerleyen Tomahawk’lar Bağdat’ın üzerine yağmur gibi yağıp halı gibi dövmeye başladı. Füzeler saat 04.31’de Bağdat’ın güneyindeki, Türk canlı kalkanlarının da bulunduğu EL Dora Petrol Rafineri’sini vurdu. Yaşanan bu büyük patlamanın ardından bu kez B-52 Ağır bombardıman uçakları devreye girdi. Aralıksız 10 dakika boyunca kenti bombaladı. Bu aşamada ise saldırıya uğrayan Irak Ordusu, Uçaksavar bataryalarını devreye soktu. Ancak, Irak Ordusu tarafından açılan bu karşı ateş son derece cılız olduğundan yoğun bombardıman karşısında etkili olamadı. Irak uçaksavarlarının karşılık vermede etkili olamamasının altında yatan gerçek ise harekat öncesi Katar’daki ABD üslerinden kalkan, Prowler EA-6B tipi uçakların, Irak’ın bütün iletişim şebekesini ve radar sistemlerini felç etmesiydi. Prowler uçaklarından yayılan sinyaller Irak Devlet Radyosu’nun frekansını da felç etti. Amerikan ordusu sadece kara ve hava birliklerini değil, artık psikolojik savaşı da devreye sokmuştu. ABD, frekansını felç ettiği Irak Devlet Radyosu’nda başlattığı Arapça yayına “Uzun zamandır beklenen an geldi” sözleriyle başladı. Sıcak çatışma sona erinceye kadar da Arapça yayın kesilmedi. Aynı saatlerde CIA Başkanı Tenet’ın, Saddam ve Oğullarının bulunduğunu iddia ettiği sığınak koalisyon güçleri tarafından vuruldu. Saldırının ardından Saddam’ın öldüğünü iddia eden ABD ve koalisyon güçlerinin, yanıldığı çok geçmeden ortaya çıktı. Çünkü, Saddam saldırıdan 3 saat sonra Irak Devlet Televizyonuna çıkarak halkına direnme çağrısında bulunurken, ABD askerlerini de eve tabutla dönecekleri konusunda tehditler savuruyordu. Artık Irak Hükümeti’de psikolojik savaşa başlamıştı. İşte İkinci Körfez Savaşı’nı, 1991 yılındaki birinci Körfez Savaşı’ndan ayıran en önemli özellik her iki tarafında, kara ve hava birliklerinin haricinde psikolojik savaş tekniklerini de kullanmaya başlamasıydı. Koalisyon güçlerinin saldırılarına karşı, Saddam’a bağlı Irak milli muhafız ordusu, saat 11.30’da karşı saldırıya geçip, Kuveyt’e 15 füze gönderdi. Fakat Irak Ordusu tarafından gönderilen Taarruz Füzeleri, ABD’nin Birinci Körfez Savaşı sonrasında Kuveyt’e yerleştirdiği Savunma füzesi niteliğindeki Patriot Füzeleri tarafından imha edildi. Irak’ın yaptığı bu füze saldırısı ABD ordusunda kimyasal bomba paranoyasını yarattı. Bu paranoya sebebiyle ABD ordusu uzun süre gaz maskesi takmak zorunda kaldı.
VE ABD ORDUSUNUN KARA HAREKATI BAŞLIYOR.....
Irak’ın geniş çölünde, Irak milli Muhafız Ordusu ile karada karşılaşmayı göze alamayan ABD Genel kurmayı, Irak’ı hava bombardımanı ile etkisiz hale getirdikten sonra ikinci aşama olan kara harekatına başladı. ABD’nin ırak topraklarına girmesinin ardından 20 bin asker ve 2 bin araçtan oluşan, ABD 3. Mekanize Piyade Birliği, Bağdat’a doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Kara harekatı esnasında ABD birlikleri, çetin çöl şartlarına karşı geceleri “Tilki İni” adını verdikleri çukurlarda yatıyorlar, uyurken yakalanabilecekleri kimyasal saldırılara karşı da koruyucu tulumlarını yanların da taşıyorlardı. Koalisyon güçleriyle Irak Milli Muhafız ordusu arasındaki karada gerçekleşen ilk çatışma, Basra Yakınlarında yaşandı. Bu çatışma esnasında, ellerindeki beyaz bayrağı kaldırma fırsatı bile bulamayan ve Koalisyon güçleri tarafından vurulan Irak milli muhafız birliği askerlerinin, dünya televizyonlarındaki görüntüleri hafızalara kazındı. Irak ordusunun 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi kısa sürede teslim olmaya niyeti yoktu. Ancak, savaşmayı seçen komutanların bazıları, kendi topraklarında esir düşmenin utancını yaşamaktan kurtulamadı. Halk ise bir lokma ekmek ve temiz su için toplu halde teslim olma kararı almıştı. Çünkü; Irak halkı için barış, bir lokma ekmek ve bir yudum sudan ibaretti.
IRAK HALKI İŞGAL’LE TANIŞIYOR.....
ABD Hükümeti, Irak’a demokrasi götürdüğünü beyan ederken, koalisyon güçlerinin bunu yalanlarcasına Umm Kasr’a girince, Irak devlet bayrağını indirip yerine ABD bayrağına çekmesi, dünya halklarının gözünde ABD’nin güven kaybetmesine neden oldu. ABD hükümeti, birliklerine “Siz işgal gücü değilsiniz” uyarısında bulunarak, askerlerinin yaptığı bu bireysel yanlışı düzeltti. ABD askerleri bu uyarı sonrasında asmış oldukları ABD bayrağını indirip, Irak Devlet Bayrağını tekrar yerine astı. Koalisyon güçleri işgal esnasında girdikleri her şehirde karşılarına çıkan Saddam heykellerini yerle bir etti. Ancak heykellerin önünde hatıra fotoğrafı çektirmeyi de ihmal etmedi. 21 Mart 2003 Cuma saat 19.15’de ABD’nin “Şok ve korku” operasyonu çerçevesinde İngiltere’den kalkan B-52 ağır bombardıman uçakları Bağdat’taki hedeflere yüzlerce bomba attı. Bu saldırılar esnasında Saddam’ın Dicle’deki görkemli sarayına da 10 bomba isabet etti. Iraklı bakanların ofislerinin de bulunduğu saray alev alev yanmaya başladı. Artık, Bağdat önüne geçilemeyecek büyük bir yangınla karşı karşıya idi. Saldırının hedefindeki adam Saddam’dı. Ancak bombalamalardan en çok nasibini alan ise sivil halktı. Irak halkı, ölen Iraklıların cenaze namazlarında bir araya gelerek, avuçlarını barış duaları için açtı. ABD’nin sivil halka zarar vermeyeceğini iddia ettiği “akıllı bombaları” da yaralanan çocukların, parçalanmış cesetlerin, yürek burkan görüntülerin bir kez daha ortaya çıkmasına engel olamadı. Yıkılan evler....Yıkılan hayatlar.....Bir füzenin isabet ettiği evinin enkazı altında kalan yaralı çocuğunu hastaneye yetiştirmeye çalışan bir babanın çaresizliği, savaşın acımazlığının en önemli görüntüleriydi belki de. Savaş en çok çocukları vuruyordu. BM’in savaş öncesi yaptığı bir araştırmaya göre; Irak’ta savaş sırasında ve sonrasında 79 bin çocuk ölecek 200 bin çocuk evsiz kalacak, 20 bin çocuk sakatlanacak, 1 milyon çocuk ise savaşın yol açtığı psikolojik travmayla baş başa kalacaktı. Fakat “akıllı bombaların” bu rapordan haberi yoktu. O sadece görevini yapıyordu. Yakıyor...yıkıyor... Ve öldürüyordu.
Savaş devam ederken bir İngiliz savaş uçağının Iraklılar tarafından düşürülmesi tüm dünyada tam bir şok etkisi yarattı. Irak Hükümeti’nin ise düşürülen helikopterin içerisinde yer alan pilotların kellelerini getirenlere 50 milyon Dinar ödül verileceğini açıklaması, Irak’ta dehşet veren bir insan avını başlattı. Irak halkı, tepesine yağan bombalara aldırmadan ödülü alabilme hayali ile Dicle nehrine koştu. Bu arada Irak Savaşı trajik-komik bir olaya da ev sahipliği yaptı. 72 yaşındaki bir Irak köylüsünün dededen kalma yüz yıllık tüfeği ile 20. yüzyılın teknoloji harikası olarak kabul edilen iki Apache helikopterini düşürmesi koalisyon güçlerini şaşkına çevirdi. Çevre köylerden birçok Irak’lı ise çoluğunu çocuğunu toplayarak düşen helikopterleri görmeye geldi. 72 yaşındaki Irak köylüsü bir anda 21 yüzyılın yaşayan “Donkişot’u” oluvermişti. Iraklı Donkişot’un karşısında ise yel değirmenleri değil aksine Apache helikopterleri vardı..............
IRAK DİRENİYOR VİETNAM SENDROMU DİRİLİYOR
Koalisyon güçleri Bağdat’a yaklaştıkça savaşın seyri ABD açısından ummadığı bir hal almaya başladı. ABD, Nasırıye kentinde otuza yakın kayıp verdi. Beş asker ise Irak birliklerine esir düştü. Öldürülen ve esir düşen askerlerin görüntülerinin, Irak Savaşı ile yıldızı parlayan Katar’a ait El Cezire televizyonunda yayınlanması bozgunun psikolojik şiddetini artırdı. Bu kayıplar ABD kamuoyunda ise “yeni bir Vietnam batağına saplanıyoruz?” söylentilerinin başlamasına neden oldu. Irak devlet televizyonunda “eve tabutla döneceksiniz”diye tehditler savuran Saddam ABD kamuoyuna göre haklı çıkmıştı. Müttefikler, Irak’a girdiklerinde 1991 Körfez Savaşında olduğu gibi çok kolay bir zafer elde edeceklerini düşünüyordu. Fakat koalisyon birlikleri yanıldı. Çünkü, ABD Basra ve Nasırıye hattında müthiş bir direnişle karşılaşarak ilerleyemedi ve tıkandı. Gerilla taktikleri uygulayan Irak Milli Muhafız Ordusu Amerikan birliklerinin ilerlemesini durdurarak onlara ağır kayıplar verdirmeyi başardı. Saddam’ın ordusu ABD askerini Umm Kasır’da da aynı taktikle perişan etti. Irak birliklerini aşamayan ve bulunduğu noktaya hapis olan Amerikan askerlerinin çaresizliği gözlerinden okunuyor ve çaresiz gözler El cezire Televizyonu aracılığıyla dünya halklarının evlerine kadar ulaşıyordu. Fırat’ı aşarak Bağdat’a ilerlemeyi sürdüren Amerikan birliklerin yolunu bu kez de çöldeki kum fırtınaları kesti. Hızı saatte yüz kilometreyi aşan fırtına, Amerikan helikopterlerinin uçmasını bile engelledi. Irak ordusunun direnişinden sonra ABD bu sefer de çölde kuma saplanmıştı. Fırtına Bağdat’ın ele geçirilmesi için yapılması planlanan son saldırıyı da erteledi. Askerler fırtınanın dinmesini çaresizlik içinde beklerken, Irak halkı ise fırtınayı Allah’ın yanlarında olduğunun önemli bir göstergesi olarak değerlendirdi. Saddam ise 1991 yılında kullandığı yönteme tekrar başvurdu. Amerikan birliklerinin ilerleyişini yavaşlatabilmek ve görüş alanını daraltabilmek amacıyla ülkenin güneyindeki ve kuzeyindeki petrol kuyularının tümünü ateşe verdirdi. Ancak 1991 yılındaki bu olaydan ders alan koalisyon güçleri bu kez daha temkinliydi. Müttefikler, savaşın başlamasıyla, petrol kuyularını bu tür bir saldırıdan korumak için harekete geçti. Saddam’ın bir silah olarak kullandığı petrol, savaşın ilerleyen dönemlerinde Irak’ın yeniden yapılanmasında da önemli rol oynayacaktı. ABD’nin bu savaşı Irak’a getirilmesi düşünen demokrasi için değil, aksine Irak petrollerinin kontrolünü ele geçirmek için çıkardığını iddia edenlerin sayısı hiç de az değildi. Savaş başladığında imkan sahibi olan Irak halkı ülkeyi derhal terk etti. Ülkeyi terk etme imkanı bulamayanlar ise yanlarına aldıkları birkaç parça eşya ile dağlara çıkarak mağaralara sığındı. Her savaşta olduğu gibi en büyük zararı her şey den habersiz çocuklar gördü. Kara gözlü Iraklı çocukların en büyük hayali savaşın bir an önce bitmesiydi. Onlar tüm dünyadaki akranları gibi bomba korkusu duymadan özgürce oynayabilmek istiyordu. Yer faysal Liyah köyü iki ateş arasında kalmış bir çocuk adı Hasan ...Olan bitenden habersiz aldığı yara ile oracıya yığılıp kalmış, şaşkın ve ağlamaklı bakışlarla çevreyi süzüyor. Derken bir çift kol uzanıp alıyor Hasan’ı .....ABD’li askerin kollarında babasına teslim ediliyor. Ancak birçok çocuk Hasan kadar şanslı olamadı. Çoğu bu çatışmalarda ya ailesini ya da canını kaybetti. Bağdat’a koalisyon güçleri tarafından atılan her bomba insanoğlunun uygarlaşma ve vahşetten kurtulma yolundaki uzun mücadelesini de yıkıma uğrattı. Çünkü, onların bombaları gelişmiş, uçakları maharet kazanmış ama kafaları bir milyon yedi yüz elli yıl önceki insanın atasından bile bir milim önde değildi. Bir başka insanın kafatasını kırıp, beynini sıyırarak yiyen insanoğlu, Rönesans’a, bilime, sanata, uygarlığa kavuşmak için çok mücadele verdi. Ama Bush ve Blair biraderler bir hamlede bu mesafeyi geriye doğru aşıp, korkunç mağaralarına geri döndüler. Koalisyon güçleri Irak’ı akıllı bombalarla vurdu. Müttefik güçlerin füzeleri akıllı ama kendileri için bunu söylemek pekte mümkün değildi. Irak bütün bu çatışmaların sonunda tamamen koalisyon güçlerinin kontrolüne geçti. Saddam yakalandı ve idam edildi, Irak’a demokrasi değil ama büyük bir istikrarsızlık hakim oldu. Bugün gelinen nokta ise Irak’ın her köşesinde her gün patlayan bombalar. Barış adı verilen sihirli değneğin Irak’a dokunması için uzunca bir zaman var gibi görünüyor.

Savaş insanoğlunun siyasi kibrinin yarattığı bir olgudur. Oysaki siyasi kibir barış hüküm sürerken kontrol altına alınmalıdır. Çünkü, barış bombaların yarattığı bir kavram değil, Yunanlı Şair Yannis Ritsos’un aşağıdaki mısralarında anlatıldığı kadar basit bir kavramdır. Şairin mısralarına kulak verelim;

Akşamüstü eve dönen babadır barış
........
Barış yemek kokusudur tüten
......
Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır
uyanan çocuk önünde
başaklar birbirlerine eğilip işte ışık ışık dedikleri
ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır barış
.................
Cumartesi akşamları mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
Bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır barış
............
İnsanların sıkışan elleridir barış
Dünyanın masasındaki ekmektir
Gülümsemesidir annenin
Budur yalnızca
Başka bir şey değildir barış
Ve toprakta derin yarıklar açan sabahlar
Tek bir sözcük yazarlar
Barış..... başka bir şey değil barış

Mevlana: Ölüme eyvah demeyip, sevdalısına "aşk olsun" diyen adam


Aşka değil, aşkın yaratıcısına aşıktı; onun için yandı, yaşamı boyunca yanarak ona ulaşmaya çalıştı. Çünkü "O, onun içindeydi; ama içindeki ona ancak aşk olsun deyince varabilecekti." O bir güldü, bülbülünü arıyordu. Aşk olsun dediğinde bülbülüne ulaştı. O öldüğünde kardeşlerinin kalbine dikenini batırdı, onların kalpleri kanarken, baş keserek sevdalısının yanına uçtu. Kardeşlerinin kalbinden akan kan ölümünden buyana Allah aşkının ılık meltemi ile karışıp yüzlerce yıldır bu topraklarda esiyor.


Mevlana, Türk İslam dünyasının gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerindendi. 30 Eylül 1207 yılında Türkistan'ın Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed Celaleddin. Mevlana, Hudavendigar, Rumi gibi isimler ona sonradan verildi. Mevlana, “Efendimiz veya hazret manalarına gelmekte olup o devirde ilim adamları için kullanılan bir ünvandı. Hudavendigar, zahiri ilimlerdeki yüksek derecesiyle, Rumi denmesi ise Anadolu'ya göç etmesiyle ve hayatının büyük bir kısmını burada geçirmesiyle ilgiliydi. Mevlana'nın babası ise, zamanının büyük bilginlerinden “Bilginler sultanı” lakaplı Bahaeddin Veled’di. Moğol tehlikesi nedeniyle ailesi ile birlikte Selçuklular zamanında Anadolu'ya göç etti ve önce Karaman'a ardında da Konya’ya yerleşti. Arkasında Mevlana gibi bir şahsiyet bırakarak 1231 yılında vefat etti. Annesi ise, Belh Emiri Rümneddin kızı Mümine Hatun'dur. İlk derslerini babasından alan Mevlana, onun vefatından sonra babasının öğrencilerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkıkı Tirmizi ve Celaleddin Muhammed’den dersler aldı. Bu eğitim sonunda Mevlana, artık kendini çok iyi yetiştirmiş, ders verecek bir olgunluğa gelmişti. 1240 yılından itibaren Konya’da dini ilimlere öğretmeye ve halkı din konusunda aydınlatmaya başladı. Çok sayıda öğrencisi vardı. Özellikle Fıkıh ve Hadis konusunda çok önemli bir hoca durumundaydı. Tüm dünyada büyük bir üne kavuştu. Ancak o, manevi alanda ilerlemek ve kendisini geliştirmek istiyordu. Bu anlamda kendine rehberlik edecek şahsiyetler aramaya başladı. Sonunda aradığı ismi buldu. Bu kişi Şemsi Tebrizi idi. Mevlana onunla 1244 yılında tanıştı. Bu tanışma Mevlana'nın bütün hayatını değiştirdi. O günden sonra iki dost, Allah yolunu ve güzelliklerini birlikte arayan iki yolcu oldular. Mevlana bu arayışın sonunda bulduğu manevi aşk ve coşkuyu şiirleriyle dile getirdi. Onun inanca, sevgiye, hoşgörüye, dayalı şiirleri, tasavvuf öğretisini en güzel biçimde işlediği eserleri, toplumu çok derinden etkiledi. Mevlana'nın ünü daha sonra bütün dünyaya yayıldı. Dünyanın en çok okunan düşünürlerinden birisi haline geldi. 17 Aralık 1273 yılında, 66 yaşında Konya’da vefat etti. Cenazesi kalabalık bir cemaatle Konya’ya defnedildi. Mevlana öleceğe güne Şebi Aruz diyordu. Onun için ölüm düğün gecesiydi. Ve o en büyük aşkı olan Allah'a kavuştu. Türbesi vasiyeti üzerine yüksek inşa edildi. Yapımı 1274 yılında tamamlandı.
Mutlak Aşkını Divitinin Ucunda Yaşadı
Mevlana’nın en ünlü eserlerinden birisi Mesnevi’dir. Bu eser, Allah ve insan sevgisini, örnek insan olmayı, çalışkanlık, dürüstlük, sabır, alçakgönüllülük gibi ahlaki değerleri işleyen bir kitaptır. Mesnevi, aslında divan şiirinde bir nazım şeklinin adıdır. Mevlana, bu eserini bu tarzda yazdıktan sonra başka bir adla isimlendirilmediği için “Mesnevi” kelimesi bu eserin özel ismi olmuştur. Tasavvuf alanında en çok okunan, yurt içinde ve dışında defalarca basılan bir eserdir. Divanı Kebir ise, Mevlana’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerinden oluşmaktadır. Bu eserinde gazel, terkibi bend ve rubaileri yer almaktadır. Sekiz büyük cilt halinde basılmıştır. Ve içinde Mevlana’nın aşk duygularını dile getiren şiirleri de bulunmaktadır. Diğer önemli eserleri arasında Fihi Mafih yer almaktadır. Bu esrin manası ise “İçindeki içindedir, ondaki ondadır” demektir. Bu eser, Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı dini ve ahlaki sohbetleri sonradan yazıya geçirilmiş ve Sultan Veled tarafından derlenmiş şeklidir. Mevlana’nın yedi vaazından oluşan Mecalisi Seb’a ( yedi meclis) mensur bir eserdir. Hz. Muhammed (S.A.V) hadisleri çeşitli örneklerle açıklanmıştır. Bu vaazlar oğlu ve Çelebi Hüsamettin tarafından not edilmiş, sonradan gözden geçirilerek kitap haline getirilmiştir. Son eseri ise Mektubat ( mektuplar). Mevlana’nın yakınlarına, dostlarına, bazı bilginlere, önemli şahsiyetlere ve özellikle devlet büyüklerine yazdığı yüz elli mektubun yer aldığı bir eserdir.
Kardeşleri Onun Diviti Oluyor
Hz Mevlana, Hüsameddin Çelebi, medresede ders veren öğretmen idiler. Medresenin bir odasında, mescidde veya evlerinde; zikir, sema ve sohbet için toplanırlardı. Bunların dışında belirli bir yerleri yoktu. Konya Mevlevihanesi, türbenin yapımından yıllarca sonra meydana gelmiştir. Mevleviliğin ilk kurucusu ise Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'dir. Mevleviliğin simgesi haline gelen sema gösteresi Mevlana döneminde düzenli ve muntazam olmayıp, diğer tarikatlarda olduğu gibi aşk ile gelişigüzel dönmekten ibaretti, hatta Mevlana'nın sema ederken el çırptığı, ayak teptiği, kendi gazellerinden birini yüksek sesle söyleyerek sema yaptığı da bilinmektedir. Mevlevi Sema'larının son günlerindeki düzenli ve ahenkli şekle sokulmasında Ahmet Eflaki'nin çalışmalarının faydası büyük olmuştur. Mevleviliği kurmakta hizmeti geçenlerden biri olan Celaleddin Ergun Çelebi, semada on sekiz işaret bulunduğunu söylemiştir. Açıklanan bu işaretler, evrenin yaratılışına, insan özelliğine, cisimlerin ve gezegenlerin hareket etmesine ve ruhun varlığına, cennet ve cehenneme özellikle (Vahdeti Vucüd) düşüncesine ait işaretlerdir. Sema'da edebi, tarihi, fenni, toplumsal, dini birçok kavramların izleri vardır. Sema'da alınan zevk herkesin anlayışına ve heyecanına göre değişir. Semazen, her çarka başlarken "Al" der; çarkı yere basınca "Lah" diyerek Allah ismini tamamlar. Zikre devam ettikçe gözlerinden yaşlar süzülür. Kalbi, Allah heyecanı ile atar. Mevlevi, varlık aleminden yokluk alemine doğru yol alır. Tennuresi onun kefenidir. Başındaki külah mezar taşıdır. Hırkası ise içinde bulunduğu kabridir. "Devri Veledi" ye kalkış ölümden sonra sur sesi ile dirilmeye benzer. Sema eden bencillikten, benlikten kurtulur. Saf, temiz duygular bütün benliğini sarar. Semada üç devir vardır. "İmlan Yakin" (bilerek), "Aynen Yakin" (görerek), sırasıyla "Hakkal Yakin" (tadarak) en son mertebe olan Vahdete ( birliğe) ulaşır. Semadaki bu üç devir bu üç mertebeye işarettir. İlk devirde Allah'ın Sıfatları zikrederek ve onları kavrayarak İlmen Yakin'e ulaşılır. İkinci devrede şüphelerden kurtulup gerçek anlamda Allah'na teslimiyet ile Aynel Yakin mertebesine, Üçüncü devirde ise aşk ve cezbeye kapılır. Manevi seyirlere dalar; ve Hakkal Yakın mertebesine ulaşır. Bu mertebede bütün duygular ve düşünceler Allah'ın emrindedir. Dünyanın güneşin etrafında döndüğü gibi Yaradan'ın eksenine girmiştir. Sema ederken sağ el yukarıda açık olarak, Hakk'ın nurunun alınışını temsil eder, sol el aşağı doğru Hakkı'n nurunu halka ulaştırır. DİVİTTEN AKAN AŞK, NEYLE CANA GELDİ Hz. Mevlana eren ile ney arasında özel bir bağlantı kurmuştur. "Dinle Ney'den" demesi neyle, sazın arasındaki ilgiyi, belirtmek içindir. Ney Sazdan kesildiği için, asıl vatanından ayrı kalmıştır. Erende ayrı kaldığı Rabb'ına hasret, ona kavuşmak arzusuyla içi boşalmış ney gibi inlemekte ve ayrılıktan şikayet etmektedir. Ney ile eren arasındaki benzerliği ise Mevlana şu şekilde açıklar. Ney kamışlıktan koparılmadan önce taze, gösterişli bir yapıya sahipti. Kesilince kurudu, içi boşaldı. Erenin ruhu da ruhlar aleminde taze ve mutluydu. Dünyaya döndürülünce bu hazdan ve lezzetten uzak kaldı. Ney'den aşk, hasret dolu sedalar çıkar, erenin ağzından ise aşk ve hasreti anlatan sözler dökülür. Ney dinleyenlerin hasretini, özlemini çoğaltır. Eren ise dinleyenlerin aşkını artırır, gönüllerini açar. Ney'in hüneri görünüşte değil batındadır. Eren ise sırlar alemine dalar, yüce duygular bütün bedenini sarar. Ney'in duruşu doğru ve mustakimdir. Erenlikte doğruluk üzerinedir. Haktan ayrılmaz. Dünya nimetleri onun eğilmesine neden olmaz. Doğru yol üzerindedir. Sazlıktan ayrılan Ney'in içini ayrılık ateşi yakar. Ruhlar aleminde ayrılan erenin içini de ayrılık ateşi yakar. Hasret, özlem ve aşk onun için en güzel rızıktır. Ney'in içi her şeyden boşalmış, aşkla, sevgiyle doldurulmuştur. Erende aşk ve sevgi ile doldurulmuştur. Ney kendiliğinden ses çıkartmaz bir üstada ihtiyaç duyar. Erende Hz. Adem'e ruhun üfürülmesi feyziyle dopdoludur.

YIKMAK YAPMAKTIR ASLINDA

Tezatlar, dünyanın ve hayatın temelinde sarsılmaz mermer bir ahit gibi durmaktadır. İnsan nasıl kalbi olmadan yaşayamazsa dünya üzerinde varolan her şey zıtlıkları olmadan tek başına hiçtir. Her tezat da bir düzen vardır. Kadın olmazsa erkek, ölüm olmazsa yaşam, siyah olmazsa beyaz, iyi olmazsa kötü de olmaz. Bunlardan birisini varolmaktan çıkardığınızda hayatın kendisi, tıpkı domino taşları gibi yıkılır gider. Tezatların inanılmaz düzenini Mevlana Celaleddin Rumi’nin mesnevisini çeviren Şefik Can şu şekilde aktarmıştır:

Yapılmak ,yıkılmaktır ; topluluk dağınıklıktır.
Sağlamlık kırılmakta; murat ,muratsızlıkta; varlık, yokluktadır.
Her şey bunlara benzer;öbür zıtlar ve eşlerde bunlar gibidir.
Birisi geldi, bir yer bellemeye koyuldu. Ahmağın biride dayanamadı, bağırmaya başladı. “Bu yeri ne diye belliyorsun, toprağı ne diye yarıp darmadağın, perişan ediyorsun?Adam” ahmak dedi “Benimle uğraşma, sen yapılmayı yıkılmada bil! Yeryüzü kazılarak, altüst edilerek çirkinleştirilmeseydi, yıkılmasaydı, nasıl gül bahçesi ve buğday tarlası haline gelirdi? Düzeni alt üst olmasaydı, nasıl olurdu da gül bahçesi tarla, bostan haline gelirdi? İçi iltihaplı yara neşterle deşilmeseydi, nasıl iyileşir ve kapanır? İlaç ve kanın, balgamın, safran temizlenmezse hastalık nasıl şifa bulur?Terzi elbise yapacağı kumaşı parça parça keser. Neden kesiyorsun diye kimse terziye çıkışabilir mi? Bu kıymetli atlası neden parçaladın? Ben parçalanmış kumaşı ne yapayım der mi? Her eski binayı yeniden yapabilmek için önce yıkarlar! Böylece dülgerlerin de, demircinin de kasabın da işi yapmaktan evvel yıkmaktır! Helile ve belileyi havanda döverler, un ufak ederler. Eski hali yok olur ama bedenin yapımını sağlar, Kabız illetini defeder! Buğday değirmende öğütülüp ezilmeseydi, nasıl ekmek olurdu da sofralarımızı süslerdi?

Yaşamın içersinde varolan düzeni yıkmak demek onun üzerine yapılacak olan yeni düzenin temellerini atar aslında. Savaşlar ve ihtilaller ne kadar kanlı da olsa yarattıkları yıkımın sonrasında yeni bir başlangıcın ilk tohumunu toprağa ekerler. Bir düşünün dünyanın en kanlı ihtilallerinden birisi olan Fransız ihtilali olmasaydı, Ümmet ve kul olma kavramından ulus kavramına geçebilirmiydik? İkinci dünya savaşı olmasaydı dünya nükleer enerji kavramıyla tanışabilirmiydi?

GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ YIKMAK, YAPMAKTIR ASLINDA

Dünya üzerinde varolan her şey yıkıntıların üzerine kurulmuş düzenler. Her düzenin arkasında bir yıkıntı var. Yıkıntıların arasında kalan acıları yeni düzenin arasından hiç kimse fark etmez. Acılar yıkılan binaların tozları arasında yok olur gider. Herkes yeni düzenin ışıltılarının şehvetine kaptırır kendini. Ama bilmez ki o da zamanı gelince yıkılacak. İnsan oğlunun belki de yaşamın kendi içersindeki en büyük yaratılış yeteneği değişimin kendisine çabuk uyum sağlaması, hatta varolmasının temel nedeni. Değişim dediğimiz de yıkıntılar arasında kalmış yanık çığlıklar değil midir?. Medeniyet dediğimiz şey insan çığlığı ve kanı üzerine oynanan bir oyundur aslında. Medeniyet adına yazılan her tarih sayfasında kimse yıkıntıların arasında kalan umutları görmez. Herkes tek kişilik oyunların merakındadır.
Fatih ne yapmış? Hitler ne demiş? Napolyon ne yapmış? Kimse kahramanların etekleri altında ezilen figüranları merak etmez. Oysa çığlıkların ve dökülen kanın asıl sahibi onlardır…
01.07.2005

hayatın zor koşulları altında merdivenlerden çıkarken ışık olarak bilgilerimi kullanıyorum. benim fenerim bilgim ve tecrübem olucak. her merdivende ayrı bir bilgi ışığı bırakıyorum.

yaşam savaşı