4 Aralık 2008 Perşembe

KÜRŞAT VE KÜRŞADIN KIRK YİĞİDİ



Kürşad, 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan'ın küçük oğludur. Çuluk Kağan'ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken'deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı... Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürklere başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun'un Ötüken'de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı. Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin'in başkenti Siganfu'ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler. Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir

Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung'u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad'ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin'i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken'e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin'i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad'ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken'e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenke tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir... Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir...

Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu'daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar... Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti'ni kurarlar...

25 Kasım 2008 Salı

TÜRK OLMAK!!!!!




TÜRK OLMAK

Aslında çok şeydir, Türk olmak.

Türk olmak Kıbrıs’ta, Hocalı’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp, yapmadığın soykırımla suçlanmaktır. Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıktığınca. Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıkmadığınca.

Türk olmak lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini anlatamamaktır.

Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir sürü asır önce Viyana’yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir, sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığın için.

Türk olmak Selanik’te Pontus Anıtı’nın, Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.

Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icad edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak; Troya’dan bu yana, Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.

Doğu Roma’yı da Batı Roma’yı da yıkıp, yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır Türk olmak. Türk olmak, Mostar’da köprüdür, Kerkük’te kaledir, İstanbul’da Kızkulesi’dir, Anadolu’da buğdaydır, Çukurova’da pamuktur, Ege’de tütün, Karadeniz’de fındık, Trakya’da ayçiçeğidir.

Türk olmak Çanakkale’de şehit olmaktır. Çanakkale’de şehit olmadan önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanene taşımaktır.

Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlından helallik almaktır. Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.

Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.

Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek. Türk olmak, annenin ardından “bir oğlum daha olsun, onu da göndereceğim” demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken “vatan sağ olsun” demesidir.

Türk olmak “Türk çayında radyasyon olmaz” yalanları ile, “gusül abdesti alana aids bulaşmaz” dolanları ile yaşamaktır. Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.

Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır Türk olmak. Evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.

Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık’a, Belgin Doruk’a aşık olmaktır. Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.

En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkıyaya türkü yakmaktır, Türk olmak. Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak. Türk olmak Yunus’u bilmektir, Aşık Veysel’i sevmektir. Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Hoca Yesevî –tek bir satırını okumasa da- yüreğinde taşımaktır.

Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü’nde...

Hayatın sana verdiklerine “nasip”, vermediklerine “kısmet” demektir. Her işin “hayırlısına” inanmaktır ve “feleğe” sitem etmektir ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.

Türk olmak, Asya’da batılı, Avrupa’da doğulu diye tepki görmektir. Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.

Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir. Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir.

Türk olmak, buhran zamanında Arjantin’de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.

Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.

Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu’da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir. Türk olmak, medeniyetler beşiği Anadolu’da dik durabilmektir.

7 DAĞIN EFELERİ GELİYOR:)




Zeybek Yemini

- kızanlar! bu dağların sahibi kim?
- erimiz!
- yiğidi kim?
- efemiz!
- susuz derelerde kavak biter mi?
- bitmez!
- bitkisiz diyarlarda duman tüter mi?
- tütmez!
- yiğit kime derler?
- sözünde durup efesiyle ölene.
- korkak kime derler?
- sözünden dönen aman dileyene.
- insan dünyaya niçin gelir?
- ölmek için.
- doğup da ölmekten kuşkulanan bebeler...
- dertlenip hortlamaya!
- varyemezlere acımak mı yoksa dayak mı haktır?
- dayak haktır!
- yiğitlerde ne yoktur?
- merhamet
- korkaklar zeytini nerede döverler?
- ağaç dibekte!
- yiğitler yağı nerede kavururlar?
- zalim göbeğinde!
- sözünde durmayan kahpe bacının öz kızanı olsun mu?
- olsun!
- şu dualı yatağan böğrüne batsın mı?
- batsın!
- doğru söylediğinize nasıf tövbesi olsun mu?
- olsun!

Sarı Zeybek şu dağların eridir,
Dağlar onun bütün yoğu varıdır.
Kendi sarı, bindiği at dorudur;
Attan inip şu dağlara yaslanır,
Gözü dalar, bakışları puslanır.

KULA YÂREN EKİBİ





İlçede yarenler önemli bir yer tutar. örf ve adete göre delikanlıların bir bağın etrafında toplanmasından ibarettir. Düğünler, bu kuruluşlar tarafından mahalli türkü ve sazların iştirakiyle şereflendirilir. Düğünler de misafirlere sigara, kahve dağıtmak, su vermek, tesrifatçılık gibi ayak hizmetleri ve eğlentiler için yarenler çağrılır. Yarenlerin düğünlerde keşkek döğmeleride görülecek olaydır. "Keşkek" buğday ile etin dövülerek yapıldığı bir düğün yemeğidir. Keşkek dövülürken oyun oynanır, davul çalınır. Yarenlerin kullandıkları sazlar, dümbek, masa, daire (darbuka), zil'dir. Saz heyetine bazen zurna ve klarnet iştirak eder. Türküler koro halinde toplu olarak söylenir. Sazlar aynı tonda ve aynı tempo üzerine çalınır. Yarenlerin reislerine "yarenbaşı" çavuşuna "Damarbaşı" denir. Çok eskiden 18-20 yaşını dolduran her delikanlı bir yarene yazılır, yarenlerin geleneklerine göre terbiye görürdü. Her yaren kendi topluluğuna bağlı delikanlıların terbiyeleriyle ilgilenir, davranışlarından Yarenbaşına sorumlu olurlardı. Eski ünlü yarenlerden bazıları Göldelioğlu Yareni, Hacı Hasan Yareni, Çilogıu Yareni, ve Bekirbeyleroğlu yarenidir. Şimdi ilçemizde iki adet yaren mevcut olup biri dağılmak üzeredir. Ege Gençlik Yareni ise zor şartlar altında devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

13 Kasım 2008 Perşembe

KAYBOLAN DİLİN İZİNDE: KARAMANLICA

Karamanlıca ;karamanlı Türkçesi olarak bilinmektedir.Türkçenin ağzı olarak nitelendirilen bu dili Karamanlı ve kapodakyalı Ortadoks hırıstiyanlar konuşur diye bilinirdi.Bu dili Konuşan karamanlılar; bazılarına göre Türkleşmiş Rumlar bazılarına göre ise Selçuklular döneminde Bizans ile yakın ilişki sonucu Hırıstiyanlığı benimsemiş Türklerdi.Karamanlıca adı verilen kaybolan dilin, çoğunlukla Orta Anadolu’da kullanıldığı sanılmaktaydı.Fakat Bu durum Manisa’nın Kula İlçesinde de kullanıldığı ,Dr Ahmet Çelikkol tarafından yapılan araştırmaların sonucu ortaya koymaktadır. Türkiye’de dilbilimciler Özellikle Niğde-Ferke’de bu dilin yaygın olarak kullanıldığını ortaya koyarken,bu tez Manisa’nın Kula ilçesinde tespit edilen son bulgularla çürütülmüştür.Kula’da Karamanlıca’nın kullanıldığına ilişkin birinci delil,ilçede yaygın olarak hala yaşanılır durumda bulunan Rum evleridir.İkinci ve en önemli delil ise Yazar Evangelinos Misailidas’tır. Evangelinos 1820 yılında Manisa’nın Kula ilçesinde doğmuştur. Ona kısaca Karamanlı yazar da diyebiliriz.Şöyleki;anadili Türkçe olan ortadoks –Osmanlı vatandaşıdır. İrfanname adında Rumca Harfli Türkçe Bir eser yayımlar.Türkçe’nin Rum Harfleriyle,daha düzgün yazımı için noktalı harfleri içeren bir sistem geliştirir.Misailidis geliştirmiş olduğu bu sistemle 1851’de İstanbul’da yayımlamaya başladığı Anatoli gazetesi ile Karamanlıcanın Kökleşmesine büyük oranda katkıda bulunur.Dilbilimcilere göre Karamanlıca ;Rumca’dan çok Türkçeye ayak uydurmuştur.Siyasi açıdan yapılan en büyük tespit ise;Türkçeye daha yakın bir dil olması sebebiyle,Yunan yayılmacı etkilerinden ve ayrılıkçı hareketlerinden çok ,bir arada uyumlu yaşamanın otokontrol noktası olmuştur.Evangelinos’un Karamanlıca alfabesini bulması;Osmanlının son dönemlerinde de olsa Fikr-i Osmaniyi yaymakta olağanüstü başarı sağlar.Öyleki;Patrikhane dahi bu dilde din kitapları yazılmasına müsaade eder.Karamanlıcayı yazı dili haline getiren kişi olan Evangelinos Miailidis’in Kulalı olması Kula’daki Rumların da karamanlıca konuştuğunun en büyük delilidir.Osmanlı Belgelerinde Karamanlıca konuşan Rumlara;Zımniyan-ı Karaman yada Karamanian adı verilmiştir.Evangelinos Grek harfleri üzerinde bazı değişiklikler yaparak,Türkçe yayımlar yapmıştır.İzmir’de ilk açmış olduğu matbaası,bu amaca ilişkin olmak üzere büyük hizmetlerde bulunduğu gibi,Karamanlıca’nın günışığına çıkmasına vasıta olmuştur.18.Yüzyıldan itibaren de sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da bu amaçlı kitaplar basılmıştır.Nitekim Fehmi Dinçer tarafından Karamanlıca ile yazılan kitapların bibliyografısı yayınlanmıştır.Bibliyografya da yerlan kitapların çoğunluğu evangolinos’un matbaası tarafından basılmıştır.Evangelinos’un aslında Türk edebiyatına en büyük katkısı ise 1992 yılında seyreyle dünyayı adıyla Türkçe olarak da basılan,temaşa-i dünya ve cefakar-u cefakeş adlı ,macera türündeki ilk roman olan Karaman Türkçesiyle ama Yunan Harfleriyle 1872 yılında yazmış olduğu kitaptır.

Manisa’nın Kula ilçesinde Karamanlıca yada karamadlika’nın bir zamanlar yaşadığına dair en büyük deliller yukarda sayılanlardan da ibaret değil.Karamanlıca Kula’da Mezar taşlarında,eski evlerin bir kısım yerlerine iliştirilmiş tabletteki yazılarla yaşamaya devam ediyor.Mesela Kula’da 26 ekim 1844 tarihli mezar taşında aynen şu ifade geçmektedir.Ya Rapı Harp?Ziyaret su mezarda Tefn olunan gıulun rahmetli Hatzi yaninin oğlu Mihail (Bekimunutna?) ya(tırıt?) Patışahlığında geltiyinde…..” Gördüğünüz gibi kullanılan dilin Türkçeye Yakınlığı okuyanı şaşırtmaktadır.Karamanlılar 1896 yılında İstanbul’da yazılan bir kitabın önsözünde de”Gerçek rum isek de Rumca bilmez,Türkçe söyleriz.Ne Türkçe Okur ne de Rumca Söyleriz.Öyle bir Mahlut-u hatt-ı tarikatımız vardır.Hurufumuz Yunanca ,Türkçe meram eyleriz”şeklinde yazmışlardır.

Bütün bu tespitlerden sonra Kula kaybolan dil bizde diye delilleriyle bütün tarihiyle,şimdiki zamana haykırıyor.Hepiniz Kaybolan dil gizemli ruhuyla,sizi Kula’ya çağırıyor.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Manisa Kula'dan Müzik Ziyafeti

KULA

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA EVLERİ

KULA DEsTANI DEVAM EDİYOR

KULA DESTANSI BİR YER

RÜZGARIN DANSI KULA'DA BİR ŞAHESER YARATTI ( MUZAFFER UZUNEROL)

EGE'DE BİR KÜLTÜR DERYASI: KULA

EGE'DE
BİR
KÜLTÜR DERYASI: KULA

Tarihi dokusu ve doğal güzellikleriyle Ege'de bir açık hava müzesi olan Kula, bölgenin kendine has sıcaklığını dört mevsim misafirleriyle paylaşıyor.

Yolumuz bu sefer Manisa il merkezine 140 km uzaklıktaki Kula’ya düştü. Ege’nin kültürel dokusu içinde kendisine has şivesi ve evleri ile Kula karekteristik özelliklere sahip. Manisa’nın bir ilçesi olan Kula geniş düzlükleri ile İzmir’in arka bölgesinde yer alır. Kula, Manisa’nın bir ilçesi olmasına karşın Uşak’a daha yakın. Bu nedenle İzmir otogarından Ankara yönüne giden otobüsle Kula’ya ulaşılabiliyor. Kula bizi bozkırın ortasında Ege’nin tarihi evleri, kaplıcası, leblebisi, battaniyesi, Anadolu’nun en genç yanardağı Divlit ve tüm Anadolu’nun kültür hayatını etkileyen Yunus Emre ve Tabduk Emre’sinin selamı ile karşılıyor. Birçok yönden bozulmamış dokusuyla Kula bir anıt kent olarak Ege’nin bağrında saklı duruyor.
Ege’yi İç Anadolu’ya bağlayan yol tam da Kula’nın ortasından geçiyor. Bu nedenle önemli bir güzergah ve kavşak noktası konumunda. Bu güzergah üzerinde ilerlerken Kula’ya geldiğinizi ya tabelalara bakarak ya da Kula’nın hemen arkasında tüm heybetiyle yükselen Türkiye’nin en genç yanardağı Divlit’i görerek anlayabilirsiniz. Divlit ve sönmüş lavlarının yüzeyde yarattığı etki görenleri uzun süre kendine hayran bırakıyor. Kula’nın dış görünüşü sizi yanıltmasın, onun zenginliklerini keşfetmek için içine girmeli, dar sokaklarında yürümeli ve birkaç eve konuk olmalısınız.

GELENEKSEL EL İŞÇİLİĞİNİN SÖNMEYEN ATEŞİ

İlçe merkezini Yunus Emre Caddesi olarak geçiyor. Bu cadde üzerinde hem bütün mülki ve idari makamlar bulunuyor hem de birçok dükkan. Kula’yı gezmeye hayatın çok hızlı aktığı Yunus Emre Caddesi’nden başlamak en doğru karar olacaktır. Yunus Emre Caddesi’nde yer alan belediye binasının hemen önündeki park nüfus ve araç yoğunluğundan nasibini alıyor. Hatta bu yemyeşil park, pazartesi ve cuma günleri kurulan pazarın en yoğun etkileşim merkezi. Pazartesi bu meydan ana baba gününe dönüşüyor, kadınlar erkekler, çocuklar, köyden alışverişe gelenler, yöre esnafı kimi arasanız burada. Kula 7 mahalleden oluşmasına karşın onlarca köye sahip ve nüfusunun önemli bölümü hala kırsal alanda yaşıyor. Tarımdan geçinen bu nüfus için ilçe merkezinde kurulan pazar, hem alışveriş hem de buluşma açısından büyük önem taşıyor. Parkın duvarlarında köyden getirdikleri ürünleri sergileyip, satanlar, el dokuması halı ve kilimleri sergileyenler kimler kimler yok ki. Bir köşede kadınlar oturup sohbet ediyor, diğer tarafta erkekler yoğun bir muhabbetin içinde.

Parkın tam karşı sokağı geleneksel el sanatlarının devam ettirildiği küçük atölyelerle dolu. Kula geleneksel el sanatlarını koruma noktasında başarılı olmuş. Hala usta-çırak ilişkisi ile şekillenen, babadan oğula geçen küçük atölyelerde el sanatları yaşamaya devam ediyor. Demir işçiliği, kalaycılık, keçecilik, semercilik, ayakkabıcılık ve daha birçok el sanatı geniş bir nüfusun geçim kaynağı. Bu sokaklardan geçerken çekicin, örsün sesini duyacak, ocaklardan çıkan kızgın sıcaklığı hissedeceksiniz. Atölyelerin, dükkanların önü el emeği göz nuru bu eserlerle dolu, daracık sokaklarda gezerken sanki ayağınıza dolanacaklarmış gibi bir tedirginlik duyuyorsunuz.

Kula’da dokumacılık da önemli bir sanat dalı. Paralel biçimde dokunmuş pastel renklerden oluşan battaniyeler iyi birer hediyelik adayı. Ünlü Kula battaniyeleri sizleri kışın soğuklarda ısıtmak için rengarenk renkleriyle çarşıda bekliyor. Bu tarihi çarşının hemen yanı başında Kula tarihi hamamı bulunuyor. Restorasyon çalışmalarıyla tekrar kazanılan bir yapı.














COĞRAFİ HARİKALAR DİYARI

Kula’nın coğrafyası da oldukça ilginç. Türkiye’nin en genç volkanik oluşumu burada bulunuyor. Kula aslında alçak tepelerle çevrili volkanik bir arazi üzerine kurulmuş. İlçe sırtını Divlit tepe volkan konisine dayanış, karşıdan bakıldığında oldukça güzel bir görüntü ortaya çıkıyor. Divlit 20 bin yaşında genç bir oluşum ve üzerinde hala bitki örtüsü yok, yeşilden yoksun koyu kahverengi bir renge sahip. İki volkan konisinden biri Kaplan ve Sandal köylerinin kuzeyinde, diğeri de Salihli- Demirci yolunun kuzeydoğusunda gezebilirsiniz. Kulalıların Çakallar Tepesi ya da Divlittepe dediği büyük koni yaklaşık 1 km ötesindeki Küçük Divlit Baraj gölüyle eşsiz bir manzara oluşturuyor. Kula’nın önemli turistik mekanlarından birini de kaplıcaları oluşturuyor. Sağlık turizmi açısından büyük önem taşıyan Kula kaplıcaları Değirmenler ile Şehitoğlu köyleri arasında bulunuyor. Yaklaşık 60 derece sıcaklığında yüzeye çıkan kükürtlü sular turizm için önemli bir potansiyel oluşturuyor. İki hamamdan oluşan Emir kaplıcaları Kula’ya 17 km uzaklıkta bir yamaçta bulunuyor. Akpınar mevkiinden çıkarılan Kula maden suları hazım sorunlarına yardımcı oluyor.Kula’nın bir başka coğrafi harikaları da peri bacalarıdır. İzmir-Ankara karayolu üzerinde, Kula’nın 16. km uzağında Burgaz Köyü civarında bulunan peri bacaları burayı adeta Kuladokya’ya çeviriyor.



















TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRAS: KULA EVLERİ

Kula’nın birçok noktasına yayılmış tarihi yapılar bulunuyor. Evler, camiler, çeşmeler, türbeler hiçbir zarara uğramadan günümüze kadar gelmişler. Kula, Yunan işgali döneminde yakılıp yıkılmayan tek yer. Bu yıkımdan payını almayan Kula, böylece Osmanlı kültürel geçmişini günümüze kadar taşımış. Kula’nın koruma altındaki tarihi evleri geleneksel Ege yaşamının izlerini taşıyor bugünlere. Geniş ailelerin toplum için ne kadar önemli olduğunu gösterir gibi duran bu eski büyük yapılar Kula sokaklarına yayılmış durumda. 18. ve 19. yüzyıldan kalma tarihi Kula evleri hem mimari hem de kültürel özellikleri nedeniyle önem taşıyor. Genellikle iki katlı olan Kula evlerinin hepsinde küçük de olsa bir avlu yer alıyor. Bu avlu ev içinde günlük hayatın ve dışarıyla ilişkilerin kurulduğu yerdir. Yazları avluda halılar dokunur, çamaşırlar yıkanırdı. Avlular sokaktan genelde 3 metre yüksekliğindeki duvarla ayrılmış. Avlunun sokağa açılan kapısı ise çift kanatlı ve ahşaptır. Dış kapı üzerindeki kapı tokmakları da bir sanat eseridir. El biçiminde, hayvan motifli, L biçiminde ve halka şeklindeki kapı tokmakları yaygın olarak kullanılmış. Evlerin zemin katında ahır, kiler, mutfak gibi günlük yaşamın geçtiği mekanlar bulunuyor. Eski evlerde fırın ve hela avlunun bir köşesinde yer alırken, iç sofalı evlerde bunlar ana binanın odalarına alınmış. Örneğin Küçük Göldeliler ve Bekirbeyle evlerinde birer hamam bulunuyor. Bazı evlerde zemin katın altına yapılan bodrum katta yiyecekler saklanırken, bazen de zemin katla üst kat arasına yapılan ara katlar, kışın oturma odası olarak kullanılırdı. Oturma odaları genelde üst katlarda bulunurdu. Açık sofalı evin bir cephesi sokağa bir cephesi de avluya bakar. Sokağa bakan cephe ahşap kafesle ya da panjurlu pencerelerle kapatılmış. Kula evleri kendi içlerinde farklı mimari uygulamalar ortaya koymuşsa da genellikle baş oda misafirler için ayrılmış. Geleneksel Türk-Osmanlı ev mimarisinde görülen sekiüstü ve sekialtı bölümlemesi Kula evlerinde de yer alır. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yapılan evlerde bu ayrımdan vazgeçilmiş. İşlevsel amaçlarla yapılmış olan Kula evlerinde süslemeler evin içinde, dış duvarlarda, ince ahşap oymalar, sofa ve başoda tavanlarında kendini gösterir.



Ahşap nakış inceliğinde işlenerek yüzyıllara meydan okuyacak bir sanat ürünü olarak Kula evlerinde yerini almıştır. Kula’daki tarihi evler sahiplerinin adlarıyla anılıyor. Hacı Recepler, Beyzaoğlu, Küçük Göldeliler, Bekirbeyler, Zabunlar, Gülmezler bir zamanlar sahip oldukları evlerle isimlerini yaşatıyor. 19. yüzyıl sonlarında yapılan evlerde ise avlunun yerini sofa alıyor ve buranın kapısı sokağa açılıyordu. Ev avluları kayrak taşı ile döşenirken, üst katlarda yoğunlukla ahşap kullanılmış, döşemelerde ahşabın ince işçiliği bugünlere miras bırakılmış. Bir de kök boyalarla renklendirilen ünlü Kula halılarını. Kula’nın zamana meydan okuyan yapıları sadece evleri değil. Camiler, türbeler, hanlar, çeşmeler, taş köprüler çok fazla tahrip olmadan günümüze gelmiş. Soğukkuyu Cami, Hacı Abdurrahman Cami, Paşa Cami, Kurşunlu Cami, Süleyman Şah Türbesi, Sungur Bey Hanı, Beş Ulalı Çeşme, Bahas Köprüsü, Yeni Hamam, Çukur Çeşme bu eserlerden sadece birkaçı.

Kula aynı zamanda 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in de doğduğu yer. Evren Ailesi’nin oturduğu tarihi Kula evi bugün müzeye dönüştürülmüş. Akgün Mahallesi 86 Sokak’ta bulunan Kenan Evren Etnografya Müzesi aslında Rum mimarisinden bir örnek oluşturuyor. İki katlı evin bodrum katı kiler ve şarap saklama yeri olarak kullanılmış zamanında. 1985 yılında restore edildikten sonra açılan müzede Kenan Evren’e ve ailesine ait eşyaların yanı sıra yöresel eşyalar da sergileniyor. Bu müzenin tam karşısında yer alan 100 yıllık Türk Evi ise hem mimarisi hem de sergilenen eşyalar ile dikkat çekiyor.

ÇORUM’A LEBLEBİ KULA’DAN GİDİYOR!

Kula’nın meşhurları listesinde leblebisini belirtmeden geçemeyiz. Leblebi burada onlarca çeşit tada, renge, kokuya bürünüyor. Hatta leblebileriyle ünlü Çorum bile, aslında leblebilerini buradan alıyormuş. Leblebicilik bir sanayi faaliyeti haline gelmiş burada. Leblebiciler Sitesi bile var. Şeker ve baharat kaplı leblebi çeşitleri Kula’nın her yanında satılıyor. Ankara Asfaltı üzerinde bulunan Kula Pazarı’nda leblebi ile birlikte kuruyemiş çeşitleri, hediyelik eşyalar, deri eşyalar ve Kula dokumaları ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.


YUNUS’UN AŞK DİLİ, TABDUK’UN HAKİKAT KAPISI

Anadolu’nun büyük ozanı Yunus Emre’yi sahiplenenler arasında Kula’nın Emre Köyü de vardır. Anadolu’nun birçok yerinde bulunan Yunus Emre mezarlarından biri Kula’daki Tabduk Emre türbesinin tam kapısında yer alıyor. “Koyun yatayım Şeyh eşiğinde/ Dönmedim Şeyhimden ne döneyim” diyerek ondan ayrılmayan Yunus Emre’nin türbe eşiğinde yattığına inanılıyor. Tabduk Emre, Hacı Bektaş Veli’nin halifelerindendir. İlk başta Hacı Bektaş Veli’nin davetine gönülsüz olan Tabduk Emre, onun elinin içindeki yeşil beni görünce üç kez “Tabduk sultanım” demiş, adı da öylece kalmıştır. Yunus Emre’nin Tabduk Emre’nin kapısına gelmesi de güzel bir hikayedir. Bir Karamanlı olan Yunus Emre, köylerinde kıtlık olması nedeniyle Hacı Bektaşı Veli’ye buğday istemeye gider. Hacı Bektaş ona ‘buğday mı istersin, himmet mi” deyince, Yunus da buğday ister. Ancak yarı yolda pişman olan Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli’ye gidince o da “Biz o anahtarı Tabduk Emre’ye verdik. Git ondan al nasibini” der. Böylece Yunus Emre, Tabduk Emre’nin dergahına bağlanır, çilesini doldurur ve bugün dahi unutulmayan bir ses, aşık bir yürek olur. Yunus Emre’nin mezarı bir çatı ile kapatılmamıştır. Mezar taşında da bir balta resmi vardır. Bu, onun uzun yıllar dergaha odun kestiğini anlatıyor. Bugün de ziyaret edilen bu türbeye hastalar, çocuğu olmayanlar dua etmeye gelir. Ziyaretten sonra çocuğu olanlar da adlarını Yunus koyuyormuş, yani Yunus her gün yeniden doğuyor.
Kula, Kulalılar için bir sevdadır desek doğru olur. Kiminle sohbet etmeye kalksanız hemen sıcakkanlılıkla bir demli çay eşliğinde sohbete başlıyorlar. Kula Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Şahin gerçek bir Kula sevdalısı. Kula için şiirler yazmış, Kula’yı her yönüyle tanıtan kitaplar yayınlamış. İşte Şahin’in Kula’ya olan sevgisini gösteren güzel bir dörtlüğü:


Bilmem ki içimde Kula sevdası varken nere gidilir?
Divlit’ine, tarihi evlerine, çukur çeşmelerine yürek serilir
Buradayım diyen Yunus’un selamına bin can verilir
Bilmem ki içimde Kula sevdası varken nere gidilir?

19 Ekim 2008 Pazar

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

CARULLAH BİN SÜLEYMAN

KULA'NIN EMRE KÖYÜ'NDE BİR CAMİİ.YAKLAŞIK OLARAK 1980'Lİ YILLARDA BULUNMUŞ


CAİİ TABDUK EMRE ZAVİYESİNİN BİR UZANTISI.CAMİNİN KARŞISIM-NDA BİR ESKİ ÇEŞME VE BİR DE EV BULUNUYOR.ÇEŞME HALA AKMAYA DEVAM EDİYOR.ÇEŞMENİN NE ZAMANDAN BERİ AKTIĞI BİLİNMİYOR.CAMİİ CARULLAH BİN SÜLEYMAN CAMİİ.KÖK BOY AİLE İLE YAPILAN İŞLEMELER İNANILMAZ GÜZELLİKTE.HER BİR FİGÜR BİR HİKAYE ANLATIYOR.İNANILMAZ GÜZELLİKTE.

TABDUK EMRE VE ÖĞRENCİSİ YUNUS EMRE KULA'DA

KULA'NIN EMRE KÖYÜ'NDE İKİ GÖNÜL DOSTU YANYANA

TABDUK EMRE VE ÖĞRENCİSİ YUNUS EMRE KULA'DA

HACI BAYRAM VELİ ÖĞRENCİSİ TABDUK EMRE TÜRBESİ


Kula'nın emre köyünde yeralmaktadır.Hacı Bayram Veli tarafından anadolu'ya gönderilen müritlerdendir.türbenin hemen kapı eşiğinde Yunus Emre2nin mezarı bulunmaktadır.

KULA'DA RESTARASYONU BİTEN ÇEŞME

AYNI EVİN BAŞKA BİR GÖRÜNTÜSÜ

EVİN DIŞINDA YERALAN İŞÇİLİL İNANILMAZ GÜZELLİKTE.TAM BİR SANAT ŞAHESERİ

KULA EVLRİ NEFİS GÜZELLİKTE BİR GÖRSEL ŞÖLENİ AYAKLARINIZIN ALTINA SUNUYOR.

CUMBALARDAN KEDİ ATLASA ATLAR

KULA EVLERİ BRİ SAÇAKTAN BİR SAÇAĞA,BİR CUMBADAN BİR CUMBAYA

KULA EVLRİNİN İÇ İŞÇİLİĞİ

KULA EVİNDEN HARİKA BİR NOSTALJİ

KULA EVLRİNİN İÇİİNDEN BİR GÖRÜNTÜ

KULA EVLRİNİN İÇİİNDEN BİR GÖRÜNTÜ

KULA EVLERİNDEN BİR GÖRÜNTÜ